
Önce rüzgar adımı fısıldadı, sonra küçük bir dalga ile göz kırptı deniz. Hoşgeldin diye zıpladı balıklar, neşelendi arı, ağaçlara haber saldı. Güneş ısıttı içimi, gün doğmakta acele etti, horoz bile yakalayamadı, inanamadı geç kaldığına, fazladan öteyim bari diye telaşlandı. Tatlı bir gülümseme sardı bedenimi, huysuzlanmadı uyanmak için, tam tersine birden fırladı maviliklere kavuştu. Uyanmakta direndi yine de beynim, rüyadan uyanacağım diye korktu, çekingen bir bakış attı gerçekliğe, o da ne, düş sandığı mavi, hem gök, hem deniz, bir sevinç, pür neşe. Güzel diyemedi, eksik kalacaktı. Ana rahmi gibi hem ılık, hem sessiz, uçsuz, bucaksız, beklentisiz.
Suya deyince beden, girince gözler, kulaklar maviliklere rüya bitti. Gün resmen başladı. İlk sinyali ise mide verdi ve şimdi ne yenecekti. Birden bir yumurta hayali belirdi, ama yalnız değil, hayat arkadaşı da hemen yanı başında, sucuk bey. Aman! zeytinyağına, başka yağ kabul etmiyor bu komik beden. E ya sonra, erik reçeli, kocaman, sert siyah zeytin, tam yağlı ezine peyniri, elle bahçeden toplanmış biber, domates, salatalık, üzerine mis kokulu dağların kekiği, itiraf edelim, keçilerden çaldık, hadi şımaralım biraz da gözleme, biraz dediysem bir tane, o güzel ege peyniri ile, doymaz mı, çoktan doydu ama şokelladan yemese, ölebilirdi, bıraksaydık da ölse miydi!? Önce gözler doydu, sonra mide. Kendine geldi beden, koordine oldu.

Bir ses belirdi kulağında zamanı uzak, hayali güzel, kendisi yakın. Derler ya kadife gibi, işte öyle bir kadın sesi. Zenci mi, galiba. İçime işledi elbet de daha çok hareketlendirdi beni ve peki şimdi, dinlenmeden yüzülebilir mi, yoksa illa beklemeli mi? Bütün annelerin sesi kulağımda, yemekten sonra yüzülmez, ama suya girilebilir, öyle kımıldamadan dururum, sanki ana rahminde durmuşum, acele etmemişim çıkmak için, atmamışım kendimi bir akşam vakti. Yok en iyisi beklemek, ne olur ne olmaz, genç kadın diye nitelendirmiyor artık gazete haberleri ben yaştakileri. Zorlamayalım durduk yere kalbi. O zaman tam olarak gazete vakti, saat mi, ne saati, Yunan ile birlikte denize döktük onu, o da işin esprisi, buralarda kimin kökeni Yunan değil ki! Ama bu sefer başlangıç magazinden, son da orada mı olsa, zorlamasak mı hiç bugün kendimizi, ben bir gün okumayınca, bütün oylar EVET olmaz her halde, veya çökmez ekonomi, fırlamaz dolar, işsizlik alıp başını gitmez, perişan olmaz GSMH. Geçelim o zaman, kim kiminle nerede, iyi de bana ne, neyse canım, kıyafetlere bak sen de. Birazcık kestirirsin belki hem o sırada, boş haber bahanesi ile, malum kalktık gün doğumunda, lakin yatılamaz güneş baterken, bekleyen pembe arkadaşlar var çok da uzaklardan gelen.
Ve işte denizdeyim, yeniden. Bekledik yeteri kadar, şimdi yüzme zamanı, 3000 kulaç mı demiştim, hadi hatırım için 2000 olsun, olmadı 1000 ya da yüzüver işte komşu gemiye, anlatırız sonra bir şekilde Özge'ye. Sallanıyor beden huzurun kucağında, balıklar yanı başında, dip 42 metre, dip sanki bir el mesafesinde. Dip sanki camdan bir taş, hiç bir boya ile tutturulamayan, sadece Tanrıya ait olan bir renk. Gözler inanamadı mı, tanımadı mı, beyin anlayamadı. İyi mi kötü mü sorgulamadı. Sadece sevdi, o an orada olmayı, bitmesin istedi.
Sonra yine isyan midede, evet yine acıktım, bu sefer isteğim ince uzun makarnalar, üzerine en tazesinden güzel bir domates ve de keçi peyniri, cimri olma, bolca koy kaptan lütfen, az yemeği sevmem, dedik ya önce gözümüz doysun, ikiletme ama. Peki ya kahve sefam, yemenden değil ama İstanbul'dan getirdim ben o çitfte kavrulmuş Fazıl Bey'imi. Kim sana O'nu ihmal edebileceğimizi söyledi. Her soframıza misafirdir O, hatta bazen sırf O'na kavuşmak için yerim yemeğimi ben. Ohhh tadı damağımda, kokusu tüm koyda, birden suyun üstünde nefes almaya mı başladı balıklar, kahve çekmiş canları, üstelik maksat da muhabbet değil, bizzat kahvenin kendisi, bahane olmaktan uzun süre önce terfi etti.
Sonra yine oku, yok susuz sabundan, uçucu, kaçıcı haberler değil bu sefer istikamet, merak içinde bir cinayet, akıllıcasından. Bildiniz Ahmet Ümit. Dördüncü kez mi dönüyor bu CD, şimdi farkettim, olsun, zaman yavaş burada, o da sakin sakin dönsün. Tek derdimiz kalkıp kimin değiştireceği olsun kadife sesli jazzcıyı. Kek kokusu mu geliyor burnuma, yok artık o da börek olamaz, o zaman bu beden bir dakika daha yüzmeden duramaz, e peki tatil anladık ama hak edelim gereksiz tüketimi. Havuçlu kek diledi kalbim, sırf o güzel kokusu için. Ama öyle bildiğinden değil, anneminkinden, hem havuçlu hem cevizli, pek lezzetli. Neyse bunu şimdilik öteledik mecburen. Kaç kulaç oldu sahi, kek, börek derken sayamadık, olmuştur 3-5 bin herhalde, hadi çıkalım, kurulanıp, giyinelim, kekimizi bekleyelim.
Ama biz daha az önce çay içtik, ne içkisi bu şimdi demek gelmedi kimsenin aklına, gün batıyordu, pembe, kadehteki şarap da pembe, sırf bu uyuma kadeh kaldırılırdı, kaldırdık. Bir yudum aldık, yavaştan, şöyle dolaştırıp ağzımda, yavaş yavaş indirdim boğazımdan aşağıya. Evet çok güzel, evet dünya varmış ve biz çok şanslıymışız. İçelim ama güzelleşmek için değil, malum güzeliz, karışmak için doğaya, bu güzel sohbetten güzel meze var mı dünyada. Gülen gözler, neşeli cümleler, sevinçli dostlar, azlık ve özlük. Konuşmadan anlaşmak. O da ne sarhoş mu olduk, ah şişe de lal, hem de ay dolunay, ama daha geceye çok var...
Bir gece biter, yeni bir gün başlar, ayı, günü, saati unuttuk, sanki sonsuza kadar burada devineceğiz. Sessliği bölen bu ses bir motor sesi mi yoksa, evet evet, hem de ağır ağır bize doğru yaklaşmakta. Seçemiyorum ama dolu kayığın içi, merakla bekliyoruz sabah misafirimizi. Yaşlı ton ton bir amca, dişleri dökmüş, kimbilir ne zaman, gözünde kalın çerçeveli, şişe dibi gözlükler, şive canım ege şivesi ve tabii ege köylüsünün o sıcak misafirperverliği. Bu deniz onların elbette, misafir gelmiş bizlere, ikram etmek istemekte taze taze getirdiği bazlamaları. O da ne kayıkta gördüğüm kalabalıkta ne yok ki, şile bezi elbiseler, peştamaller, incik boncuk, bu iki kadının aşağı sarkmasını sağlayacak ne varsa var orada. Bir de üzerine dağların mis kokulu kekiği, kuruyemişi. Kayık hızla boşaltılır, alış verişin her türlüsü mübah tatilde. Bir de ertesi sabah için bazlama siparişleri verilir, 2 yok yok 3, ekmeksiz kalmayalım 5 tane getir sen amca. Kızartıp yeriz kalırsa sonra. Amca halinden memnun, uzaklaşır yanımızdan sakin. Bu arada hazırdır kahvaltı yine. Aynı şahane menü ile.
Kahvaltımızı etmiş, kahvemizi yudumlarken ve hiçbirşey yapmamanın sefasını sürerken, sanki biz hiçmişiz ve tüm dünyada bizimmiş, konuşmak gereksizmiş, kıpırdarsak çok enerji gidermiş, gözümüz bile yer değiştirmemeliymiş gibi uzanırken birden bir tekne belirdi ufukta. Gemiye dönüştü yaklaştıkça. İki katı kadar bizimkinin.Teknede ses yok, insan çok ama sakin sakin oturmuşlar, koca bir masanın başına. Televizyona yabancı kalmış gözlerimiz, yabancı birini görmek için birden harekete geçti, ilk kim kaptı o dürbünü acaba? Merakla izledik geçici komşularımızı, bizi burada rahatsız ederler miydi, gürültü çıkarırlar mıydı, huzurumuz kaçmış mıydı öğrenmek istedik. Sonraki saatler boyunca o tekneye sahip olanın kim olacabileceğini, bizim olsa neler yapabileceğimizi konuştuk durduk, züürt tadında...
Yeme potansiyelimize nasıl yetişeceğini iyi bilen dünya tatlısı Ayşe, bir erken alarm üretti bize, en önemli cephanemiz, domatesimiz azalmaktaydı, yeşilliklerimiz de suyunu çekmekteydi, istikamet belliydi, acilen kıyıya gidilip, erzak temin edilmeliydi. Hiçbirşey yapmamayı bırakmak kolay değildi elbet ama salatasızlık da büyük çelişkiydi. Demirimizi aldık hızlıca, istikamet Çiftlik, Rafet Babanın yeri paklar bizi. Teyze fırının başında her zamanki gibi, bazlamaları yetiştiremiyor tekne insanlarına, oğulların hepsi yanında, torunlar bacak arasında. Kocaman, çalışkan bir aile. Dört bir koldan tüm ihtiyaçlarımızı halk ettiler, hem de kocaman gülen bir yüzle. Tamamlanmanın mutluluğunu, sıcak gölgelemeden, hızlıca döneriz denize, bir atlayıp gelmek için kendimize.
Bir başka tatlı insan da Selimiye'de. Akşama balık lazım bize, ama illa da lagos olacak, kocaman, taze. Balıkçı yok, kimsede balık kalmamış o saate. Telefonlar açıldı, insanlar çağırıldı, tüm köye haber salındı, yarım saat içinde kocaman bir lagos elimizde, daha ne isteyebiliriz? Yanına koca bir ahtapot, bir de karidesler... Kaptanın o güzel mutfağından çıkınca nasılda lezzizler, Allah'ım cennete miyiz, yoksa rakı şişesindeki balık biz miyiz?
Evet cennetteyiz, burası cennet adası, kanımızda bir gece öncenin rakısı. Ağzımızda Orfoz'un tadı. Ayıldık aslında ama ayılmasaydık da öyle kalsaydık hep tadındayız. Günü geceden ayırmaya çalışırken biz, ufak miço belirdi, komşudan uçup gelen, içme suları bitmiş, en vahiminden. Hızlıca hazırlanıp, gönderildi, kocaman selam paketinde. Tüm ilaçlarımız tam yanımızda, eğer ihtiyaçları varsa... Gezici eczaneden temin edilmiş, beriki gece. Yok artık o da mı var demedik, çok normal geldi nedense.
Arkadaş olduğumuz balıklardan aldık haberi, kıyıdaki amca tehlikeli, kocaman tüfeği ile vurabilir bizi, sevmezse eğer tabii, dur şu dürbün ile bir bakalım, o da ne gözgöze mi geldik yoksa, korkuyla attım elimdeki dürbünü, sanki doğrulttu tüfeğini bana, Allah'ım bu nasıl bir hayal gücü.
Son bir seramoni ağustos böceklerinden, yine gelin der gibi, şimdi sadece şükretmeli ve mutlaka yine gelmeli.
Mavi kalalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder