Merhaba

Hep yazdım ben, herşeyi yazdım, kimi zaman küçük not kağıtlarına, kimi zaman defterlerimin arka sayfalarına, kimi zaman telefonumdaki not defterime, bazense sadece kafama...

Birikti kelimelerim, paylaşmak istediklerim, birilerine anlatsam acaba dinlerler mi beni diye merak ettim.

Evet, başladım ve devam edeceğim. Kimse okumasa da ben yazacağım, hayalimin peşini bırakmayacağım.

Ama tesadüf eseri geldiyseniz, hele bir de beni tanımıyorsanız mutlaka bir ses verin, orada birilerinin olduğunu bilmek, okunduğumu hissetmek çok keyifli olur...

BBO



Perili atlar ülkesi

Kaç kere gittim hatırlamıyorum Kapadokya'ya. Çok kez, pek çok kez. Benim için dünyanın en güzel on yerinden biri orası, (tabii ki diğerlerini de yazacağım :)) hem doğanın, hem tarihin, hem de konforun olduğu nadir yerlerden biri. Gezmeyi, yeni yerler keşfetmeyi çok severim, ama her koşulda değil, konfordan da ödün vermek istemem. Güzel yerlerde kalmak isterim, güzel yemekler yemek isterim mutlaka.

Kapadokyaya daha önceki gidişlerimde hep otellerde kalmış, turlarla gezmiştim. Yine bir Kapadokya seyhati gündeme gelince bu sefer değişik biryerlerde kalalım istedim. Cave (mağara) otelleri araştırdım internetten. Çok alternatif vardı, fiyatlar ve sunulan hizmetler ise internet sayfalarına göre aşağı yukarı aynıydı. Yalnız değildik, iki çift gidecektik, dolayısıyla üç kişiyi de memnun etme sorumluluğum vardı kendi içimde. İşte tam bu noktada 6. hislerim devreye girdi ki söylemeliyim çok ender yanılırlar, ismi mi hoşuma gitti, telefondaki ses mi güven verdi, çok da fazla araştırma yapmadan Gamirasu oteli seçtim.

Ulaşım içinse hem zamanımız kısa olduğu için hem de otobüs yolcuğulunu mecbur kalmadıkça tercih etmediğim için uçağı seçtik. Kayseri'ye uçacak, oradan Ürgüp'e tranfer olacaktık. Turla gitmediğimiz için kendi kendimize gezmek için bir araç kiralamayı düşünüyorduk.

Oteldeki bir yetkili ile telefonda konuştuk, fiyatta anlaştık, tarihlerde anlaştık, paraları gönderdim. Telefonda ödememi teyid ederken, nasıl geleceğimizi sordular, söyledim. "İsterseniz, biz sizi alabiliriz havaalanından." dediler. Sevindim, araştırmak zorunda kalmayacaktım. Yine de önce fiyatı öğrenmek istedim. "Ücretsiz efendim" dedi telefondaki ses. Doğru bir seçim yaptığımı hissetmeye başlamıştım, Anadolu insanının misaferperliğinin rakipsiz olduğunu düşünüyorum, bence bizim asıl satmamız gereken "concept" bu. İş seyahatlerimde bile bunu hissettim hep.

Tatilimiz Kasım ayındaydı, Ekim ayında tüm organizasyonu yapmış, gün saymaya başlamıştık. Sabiha Gökçen'den THY ile uçtuk Kayseri'ye. Hiç gecikmeden kalktı uçağımız, bu herşeyin yolunda gideceğinin sinyaliydi ama yine de heyecanlıydım. Telefondaki bir sese güvenerek yaptığım bir organizasyondu, çok sıradan bir yere de gidiyor olabilirdik. Uçaktan indik küçük bavullarımızı aldık. Elinde adım yazan genç bir çocuk gördüm. Tertemiz, giyimli, saygılı...

"Hoşgeldiniz Burçe Hanım" dedi ben tebessüm eder etmez, "lütfen böyle buyrun". Heme arkasında duran beyaz kartala doğru ben adım atarken, O'nun ilerlediğini gördüm. Birkaç adım attıktan sonra sakin kaldırımın kenarında duran siyah bir Vito'nun kapısını açtı bize. İçerisi çok güzel düzenlemiş, konforlu bir araç. Hepimizin yüzünde bir Heidi gülümsemesi oluştu. Yolda bize su servisi yaptı, geçtiğimiz yerleri anlatmaya başladı.

Ve otele vardık. O zaman takip ettiklerimde göreceğiniz bu güzel web sitesi yoktu, evet bir iki resim vardı ama kesinlikle fikir vermiyordu. Otelde bizi, otelin Türk sahibi İbrahim Bey karşıladı. Otelin dolu olmadığını, tüm odaların tasarımının farklı olduğunu, gezip istediğimiz odaya girebileceğimizi söyledi. Biz standart oda fiyatı ödemiştik, bir suittede de kalabileceğimizi ekledi, tüm misafirperverliği ile. Odaları boştu ve eni iyi şekilde bizi ağırlamak istiyordu.

Tüm odalar biribirinden güzeldi. Biz şımarıklık yapıp balayı odasını seçtik, haksız da sayılmazdık, önbalayı yapıyorduk :) Yeri gelmişken hemen söyliyeyim burada küçük bir kilise var, hemen otelin üstünde yer alan bu kilise 2000 yıldan eski. Gidip burada evlenebilirsiniz, rüya gibi bir düğün ve balayı olur.

Odalarımıza yerleştikten sonra otelin sahibi ile bir çay içtik. Bize oteli nasıl kurduğunu anlattı. Karşılaştığı sıkıntıları. Tanıtımın ne kadar zor olduğunu. Hiç yerli turist gelmezmiş oraya, bilen Amerikalılar varmış, gelir 15-20 gün kalırlarmış, özellikle de baharda, ama büyümek istiyordu. Kendini daha çok duyurmak, oteli genişletmek, etraftaki tüm mağaraları alıp hepsini oteline katmak. Sonraki senelerde hiç irtibatım kesilmedi kendisi ile, sonra birkaç kez daha gittik otele, en son da geçen sene. Odalarımız elektrikli sobalar ile ısıtılıyordu ilk gidişimizde, hiç hissetmedik soğuğu o karlı Nevşehir günlerinde. Son gidişimizde ise, artık banyolarda jakuzi ve odaların tamamında yer altında ısıtıma vardı. Evet tahmin ettiğiniz gibi İbrahim Bey işi büyütmüştü. Tatile gelen Amerikalı bir yatırımcı, otele ortak olmuş. Sermaye koymuştu. Yeni odalar eklenmiş, tesisat yenilenmişti. Otel artık eskisinden daha da güzeldi.

Yemekler ise hep aynı lezzette. Nefis! Bal kaymaklı sabah kahvalatılarının kızarmış ekmek kokuları hala burnumda, hele o mis gibi börekler, gözlemeler, akşamları sunulan testi kebabı, kurufasülye...

Akşam yemeklerinden sonra ise, şarabımızı alıp odamıza çekiliyorduk, gelip şömizemizi yakıyorlardı. Bir tarafta Kapadokya'nın muhteşem mağaraları karşımızda karlar altında, bir tarafta şöminenin ışığı bizi belirsiz aydınlatıyor, çıtırtısı ise konuşmalarımıza müzik oluyordu. Aşklarımız yanımızda, dostlarımız karşımızda o anı ölümsüzleştirdik, şimdi yazarken bile orada gibiyim.

Sabah erkenden uyanıyorduk bu şarap sohbetlerine rağmen, havanın temizliği insana enerji veriyordu, dinç kalkıyorduk. Muhteşem kahvaltımız ile enerji depoluyor, sonrasında kendimizi Kapadokya'nın gizem dolu kollarına bırakıyorduk. Araç ve rehberlik için de bize yardımcı olmuştu İbrahim Bey. Bizi otele getiren Vito'yu 4 gün için bize tahsis etti. (Kiralama ücreti karşılığı) Bir de şoför, ki kendisi aynı zamanda bize rehberlik de yapıyordu, istediğimiz gibi geziyor, turistik olmayan yerlere gidip her noktasına dokunuyorduk. Öğlenleri ise kurt gibi acıkmış oluyorduk. İşte şahane DİBEK'i böyle bir açlık anımızda keşfettik. İçerisi ev gibiydi, sobalı bir odaya aldılar bizi. Birbirinden tatlı iki teyze hamur açıyordu, biri matı biri baklava için. Tatlı bir amca da siparişleri alıyordu, öğlen saatini geçirdiğimiz için hayran hayran açık hava müzelerini gezerken midemiz ziyadesi ile boştu, ama şükür ki lokantamız da öyleydi. Sadece bizimle ilgileneceklerdi. Menüyü elimize aldık, "gözlemeye asla dayanamam, hemen alalım" dedim, "bir de kuru fasülye, saç kebabını de deneyelim, iki üç pilav da getirin, şöyle güzel bir salata, yoğurt bol olsun, ayran da isteriz, olsun olsun, ama tabii önce birer çorba, aaa mantı da varmış, tadımlık bir porsiyon" derken farkettik ki tüm menüyü sipariş ettik. Soframız kurulunca biz bunları nasıl yiyeceğiz diye düşünüyorduk ki, bir saat geçmeden her bir lokma midemize inmişti. Bir de üstelik o muhteşem ev baklavalarından yuvarladık üstüne birer porsiyon. Tadını damağımda hala hissettiğim bu yemekleri üç gün üste üste her öğlen yedik. Halamızın mutfağında şımarıyor gibiydik. Bu güzel yemeklerin üstüne de külde pişmiş Türk Kahvesi elbette.

Rüya gibi geçen bu dört günlük tatilimiz boyunca daha önce pekçok sefer gitmeme rağmen hiç görmediğim mağaralara girdik, uzun vadi yürüyüşleri yaptık, Chez Galip'e gidip, önce çamurdan çömlek yaptık, sonra yapılmışlarından bolca aldık. İşin inceliklerini öğrendik. Gümüş, mücevher, halı satan yerleri gezdik. Her biri ayrı bir keyifti.

Lezzet dolu, tarih dolu, ama en çok Aşk ve huzur dolu bu masal tatilimizin dönüşü de bu masala yakışır şekilde sorunsuzdu. Bir de baharda gitmek üzere söz vererek ayrıldık birbirimizden.

Bu sene hem kurban bayramının, hem de 29 Ekim tatilinin tarihleri çok uygun. Kapadokya'ya gitmediyseniz mutlaka gidin, gittiyseniz de gidin, Gamirasu'da kalın, mutlaka kalın, dönünce de bana yazın ;)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder