Kapadokyaya daha önceki gidişlerimde hep otellerde kalmış, turlarla gezmiştim. Yine bir Kapadokya seyhati gündeme gelince bu sefer değişik biryerlerde kalalım istedim. Cave (mağara) otelleri araştırdım internetten. Çok alternatif vardı, fiyatlar ve sunulan hizmetler ise internet sayfalarına göre aşağı yukarı aynıydı. Yalnız değildik, iki çift gidecektik, dolayısıyla üç kişiyi de memnun etme sorumluluğum vardı kendi içimde. İşte tam bu noktada 6. hislerim devreye girdi ki söylemeliyim çok ender yanılırlar, ismi mi hoşuma gitti, telefondaki ses mi güven verdi, çok da fazla araştırma yapmadan Gamirasu oteli seçtim.
Ulaşım içinse hem zamanımız kısa olduğu için hem de otobüs yolcuğulunu mecbur kalmadıkça tercih etmediğim için uçağı seçtik. Kayseri'ye uçacak, oradan Ürgüp'e tranfer olacaktık. Turla gitmediğimiz için kendi kendimize gezmek için bir araç kiralamayı düşünüyorduk.
Oteldeki bir yetkili ile telefonda konuştuk, fiyatta anlaştık, tarihlerde anlaştık, paraları gönderdim. Telefonda ödememi teyid ederken, nasıl geleceğimizi sordular, söyledim. "İsterseniz, biz sizi alabiliriz havaalanından." dediler. Sevindim, araştırmak zorunda kalmayacaktım. Yine de önce fiyatı öğrenmek istedim. "Ücretsiz efendim" dedi telefondaki ses. Doğru bir seçim yaptığımı hissetmeye başlamıştım, Anadolu insanının misaferperliğinin rakipsiz olduğunu düşünüyorum, bence bizim asıl satmamız gereken "concept" bu. İş seyahatlerimde bile bunu hissettim hep.
Tatilimiz Kasım ayındaydı, Ekim ayında tüm organizasyonu yapmış, gün saymaya başlamıştık. Sabiha Gökçen'den THY ile uçtuk Kayseri'ye. Hiç gecikmeden kalktı uçağımız, bu herşeyin yolunda gideceğinin sinyaliydi ama yine de heyecanlıydım. Telefondaki bir sese güvenerek yaptığım bir organizasyondu, çok sıradan bir yere de gidiyor olabilirdik. Uçaktan indik küçük bavullarımızı aldık. Elinde adım yazan genç bir çocuk gördüm. Tertemiz, giyimli, saygılı...
"Hoşgeldiniz Burçe Hanım" dedi ben tebessüm eder etmez, "lütfen böyle buyrun". Heme
arkasında duran beyaz kartala doğru ben adım atarken, O'nun ilerlediğini gördüm. Birkaç adım attıktan sonra sakin kaldırımın kenarında duran siyah bir Vito'nun kapısını açtı bize. İçerisi çok güzel düzenlemiş, konforlu bir araç. Hepimizin yüzünde bir Heidi gülümsemesi oluştu. Yolda bize su servisi yaptı, geçtiğimiz yerleri anlatmaya başladı.
Ve otele vardık. O zaman takip ettiklerimde göreceğiniz bu güzel web sitesi yoktu, evet bir iki resim vardı ama kesinlikle fikir vermiyordu. Otelde bizi, otelin Türk sahibi İbrahim Bey karşıladı. Otelin dolu olmadığını, tüm odaların tasarımının farklı olduğunu, gezip istediğimiz odaya girebileceğimizi söyledi. Biz standart oda fiyatı ödemiştik, bir suittede de kalabileceğimizi ekledi, tüm misafirperverliği ile. Odaları boştu ve eni iyi şekilde bizi ağırlamak istiyordu.
Tüm odalar biribirinden güzeldi. Biz şımarıklık yapıp balayı odasını seçtik, haksız da sayılmazdık, önbalayı yapıyorduk :) Yeri gelmişken hemen söyliyeyim burada küçük bir kilise var, hemen otelin üstünde yer alan bu kilise 2000 yıldan eski. Gidip burada evlenebilirsiniz, rüya gibi bir düğün ve balayı olur.
Odalarımıza yerleştikten sonra otelin sahibi ile bir çay içtik. Bize oteli nasıl kurduğunu anlattı. Karşılaştığı sıkıntıları. Tanıtımın ne kadar zor olduğunu. Hiç yerli turist gelmezmiş oraya, bilen Amerikalılar varmış, gelir 15-20 gün kalırlarmış, özellikle de baharda, ama büyümek istiyordu. Kendini daha çok duyurmak, oteli genişletmek, etraftaki tüm mağaraları alıp hepsini oteline katmak. Sonraki senelerde hiç irtibatım kesilmedi kendisi ile, sonra birkaç kez daha gittik otele, en son da geçen sene. Odalarımız elektrikli sobalar ile ısıtılıyordu ilk gidişimizde, hiç hissetmedik soğuğu o karlı Nevşehir günlerinde. Son gidişimizde ise, artık banyolarda jakuzi ve odaların tamamında yer altında ısıtıma vardı. Evet tahmin ettiğiniz gibi İbrahim Bey işi büyütmüştü. Tatile gelen Amerikalı bir yatırımcı, otele ortak olmuş. Sermaye koymuştu. Yeni odalar eklenmiş, tesisat yenilenmişti. Otel artık eskisinden daha da güzeldi.
Yemekler ise hep aynı lezzette. Nefis! Bal kaymaklı sabah kahvalatılarının kızarmış ekmek kokuları hala burnumda, hele o mis gibi börekler, gözlemeler, akşamları sunulan testi kebabı, kurufasülye...
Akşam yemeklerinden sonra ise, şarabımızı alıp odamıza çekiliyorduk, gelip şömizemizi yakıyorlardı. Bir tarafta Kapadokya'nın muhteşem mağaraları karşımızda karlar altında, bir tarafta şöminenin ışığı bizi belirsiz aydınlatıyor, çıtırtısı ise konuşmalarımıza müzik oluyordu. Aşklarımız yanımızda, dostlarımız karşımızda o anı ölümsüzleştirdik, şimdi yazarken bile orada gibiyim.
Rüya gibi geçen bu dört günlük tatilimiz boyunca daha önce pekçok sefer gitmeme rağmen hiç görmediğim mağaralara girdik, uzun vadi yürüyüşleri yaptık, Chez Galip'e gidip, önce çamurdan çömlek yaptık, sonra yapılmışlarından bolca aldık. İşin inceliklerini öğrendik. Gümüş, mücevher, halı satan yerleri gezdik. Her biri ayrı bir keyifti.
Lezzet dolu, tarih dolu, ama en çok Aşk ve huzur dolu bu masal tatilimizin dönüşü de bu masala yakışır şekilde sorunsuzdu. Bir de baharda gitmek üzere söz vererek ayrıldık birbirimizden.
Bu sene hem kurban bayramının, hem de 29 Ekim tatilinin tarihleri çok uygun. Kapadokya'ya gitmediyseniz mutlaka gidin, gittiyseniz de gidin, Gamirasu'da kalın, mutlaka kalın, dönünce de bana yazın ;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder